İmam Cafer Sadık’a Tevhid Sorusu
İmam Cafer Sadık’a Tevhid Sorusu; yazımızda İmam Sadık’a sorulan “Allah yumurtayı büyütmeden ve dünyayı da küçültmeden yumurtayı dünyanın içine koyabilir mi?” sorusunun cevabını sizlere aktarıyoruz.
Muhammed b. İshak rivayet etmiştir ki.
Abdullah ed-Deyesanî Hişam b. Hakem’e sordu: Senin Rabbin var mıdır?
Hişam: “Evet, var.” dedi.
Abdullah Deyesanî: “Peki, bu Rabbin kadir midir?” diye sordu.
Hişam: “Evet, kadirdir ve karşı konulmaz güce sahiptir.” dedi.
Abdullah Deyesanî: “Dünyayı küçültmeden ve yumurtayı büyütmeden bütün dünyayı yumurtanın içine sokabilir mi?” dedi.
Hişam dedi ki: “Bu soruya cevap vermem için bana süre ver.”
Abdullah Deyesanî: “Sana bir yıl süre verdim.” Sonra oradan ayrılıp gitti.
Hişam bineğine binerek Ebu Abdullah’ın (İmam Cafer Sadık’ın künyesi) yanına gitti. Huzuruna girmek için izin istedi, İmam ona izin verdi.
Hişam: “Ey Resûlullah’ın oğlu, bana Abdullah ed-Deyesanî öyle bir soru sordu ki, bu soruya cevap vermek için Allah’a ve sana dayanmaktan başka çare yok.” dedi.
Ebu Abdullah dedi ki: “Ne sordu sana?”
Dedi ki: “Bana şöyle şöyle sordu.”
Ebu Abdullah dedi ki: “Ey Hişam, kaç duyun var?”
Dedi ki: “Beş duyum var.”
Buyurdu ki: “Bunlardan hangisi daha küçüktür?”
Dedi ki: “Görme duyusu…”
Dedi ki: “Peki, görme duyusunun çapı ne kadardır?”
Dedi ki: “Bir mercimek kadar veya ondan daha küçüktür.”
Dedi ki: “Ey Hişam! Ön tarafına ve üst tarafına bak ve ne gördüğünü bana anlat.”
Dedi ki: “Göğü, yeri, evler, saraylar, kara parçaları, dağlar ve nehirler görüyorum.”
İmam Cafer Sadık dedi ki: “Senin gördüğün bunca varlıkları bir mercimeğin veya ondan daha küçük bir şeyin içine girdirmeye güç yetiren Allah, dünyayı küçültmeden ve yumurtayı da büyütmeden bütün bir dünyayı yumurtanın içine sokabilir.”
Hişam derhal İmam’a sarıldı, ellerini, başını ve ayaklarını öpmeye başladı ve şöyle dedi: “Bu kadarı bana yeter ey Resûlullah’ın oğlu!”
Sonra evine döndü. Ertesi sabah, Deyesanî yanına geldi ve şöyle dedi: “Ey Hişam! Sana selâm vermek için geldim, cevap almak için değil.”
Hişam ona dedi ki:” Eğer cevap almak için geldiysen işte cevabın.” diyerek İmam’ın cevabını iletti.
Deyesanî onun evinden ayrıldı. İmam Sadık’ın kapısına geldi. İçeri girmek için izin istedi, girmesine izin verildi. Oturur oturmaz dedi ki: “Ey Cafer b. Muhammed! Bana mabudumu göster!”
İmam Sadık ona dedi ki: “Senin adın nedir?” Adam, ismini söylemeden oradan ayrıldı. Arkadaşları dediler ki: “Niçin adını ona söylemedin?”
Dedi ki: “Eğer adımın, Abdullah olduğunu söyleseydim bana şöyle diyecekti: “Senin, kulu olduğun zat kimdir?”
Arkadaşları dediler ki: “Ona dön ve sana mabudunu göstermesini ve adını sormamasını iste.” Adam İmam’ın yanına geri döndü ve dedi ki: “Ey Cafer b. Muhammed! Bana mabudumu göster; ama benim adımı sorma!
İmam Sadık ona dedi ki: “Otur!” O sırada İmam’ın çocuklarından biri, elindeki bir yumurtayla oynuyordu.
İmam Sadık çocuğa dedi ki: “Ey çocuk, yumurtayı bana ver.” Çocuk yumurtayı verdi.
İmam Sadık adama döndü: “Ey Deyesanî! Bu sağlam bir kaledir. Üzeri kalın bir kabukla örtülmüştür. Bu kalın kabuğun altında da ince bir zar vardır. İnce zarın altında altın renginde akışkan bir tabaka ve gümüş renginde sıvı bir tabaka yer alıyor. Ne altın rengindeki akışkan madde gümüş rengindeki sıvı maddeye karışıyor, ne de gümüş rengindeki madde altın rengindeki akışkan maddeye karışıyor ve bu durumu da değişmeden devam ediyor. Bununla beraber onun içinden sâlih bir kimse çıkıp da onun sâlih oluşunu haber vermediği gibi bozguncu biri de içine girip bozuk olduğunu haber vermiyor. Kimse erkek mi, dişi mi olarak yaratıldığını bilmez. Acaba Tavus kuşu gibi rengârenk açılacak mı yoksa onun bir planlayıcısı mı vardır?”
Bu örnek karşısında adam bir süre başını öne eğdi, sonra: “Allah’tan başka ilâh olmadığına, Onun tek ve ortaksız olduğuna tanıklık ediyorum ve Muhammed’in onun kulu ve Resulü, senin de Allah tarafından görevlendirilen bir imam ve insanlara sunulan “hüccet” olduğuna tanıklık ediyorum. Daha önce sahip olduğum düşünceden dolayı tövbe ediyorum.” dedi. (Kaynak: Usul-u Kafi, Tevhid bölümü).
İmamların Tevhid ile İlgili Diğer Buyrukları
Hişam b. Hakem İmam Sadık’ın yanına gelen zındıkla ilgili hadisin kapsamında İmam’ın şöyle konuştuğunu rivayet eder:
“Senin sözlerinden onların iki tane olduklarını düşündüğüne ilişkin bir anlam seziliyor. Sanıyorsun ki, onlar ya güçlü ve kadimdirler yahut zayıftırlar ya da biri güçlü biri de zayıftır. Şayet güçlü iseler niçin biri diğerini bertaraf etmiyor ve tek başına egemenliğini kurmuyor? Şayet birinin güçlü diğerinin de zayıf olduğunu ileri sürüyorsan bu, Onun bizim de söylediğimiz gibi “bir” olduğunu kanıtlar. Çünkü ikincisinin acizliği açıktır.”
Eğer desen ki: “Onlar ikidirler. O zaman bunların her açıdan ittifak etmeleri veya her açıdan ayrılmaları zorunlu olur. Buna karşılık biz varlıkların belli bir düzen içinde olduklarını, gök cisimlerinin belli bir yörüngede akıp gittiklerini ve bütün varlıklara bir tek planlamanın egemen olduğunu, gözlemlediğimiz geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı belli bir sistem dâhilinde gerçekleşen fenomenler olduklarını gördüğümüz için bunun emrin ve planlamanın sahihliğinin kanıtı olarak algıladık. Emir ve planlamanın uyumunu anladık. Buradan hareketle planlayıcının, idarecinin bir tek olduğunu kavradık.”
Kaldı ki, onların iki tane olduklarını iddia etmen durumunda aralarında bir açıklığın bulunduğunu da söylemen gerekir. Yoksa iki tane olamazlar. Bu durumda aralarındaki açıklık da onlarla birlikte kadim bir üçüncü olarak belirginleşir ve zorunlu olarak ilâhların sayısının üç olduğunu kabul etmek durumunda kalırsın. Üç tane olduklarını iddia ettiğin zaman da tıpkı iki iken söylediğin gibi aralarında bir açıklık olduğunu söylemen gerekir, böylece kadîm ilâhların sayısı senin açından beşe çıkar. Sonra bu sayı sonsuza kadar uzanır gider.
Hişam der ki: Zındık bu noktada ancak şu soruyu sorabildi: “Yaptığın açıklamalardan Onun bir tek ilâh olduğu anlaşılıyor. O halde Onun varlığının kanıtı nedir?”
İmam Sadık dedi ki: “Fiillerin varlığı, kendilerini gerçekleştiren failin varlığına delalet eder. Sağlam ve muhkem bina edilmiş bir yapıya baktığın zaman yapanı görmemiş, bizzat tanık olmamış olsan bile bunu bir ustanın yaptığım bilmez misin?”
Dedi ki: Peki, nedir O?
Buyurdu ki: “Her şeyden farklı bir şeydir. Sen benim bu sözümü, anlamın ispatı şeklinde algıla. O, “şeyliğin” gerçek anlamıyla bir “şeydir”. Ancak cisim ve suret değildir. Gözle görülmez, elle tutulmaz, beş duyu organıyla algılanmaz. Zihinler O’nu kavrayamaz, zamanın geçmesiyle yıpranıp eksilmez, akıp giden zamanlar O’nu değiştirmez.”
İmamların Tevhid ile İlgili Başka Buyrukları
1) İmam Muhammed Bakır’a tevhitle ilgili bir soru sordum ve dedim ki: “Allah’ı “şey” olarak tasavvur edebilir miyim?
Dedi ki: “Evet, ama aklen kavranamayan, sınır biçilemeyen bir şey. Senin zihninde beliren bir şey O’ndan ayrıdır. Hiçbir şey O’na benzemez, zihinler O’nu kavrayamaz. Zihinler nasıl O’nu kavrayabilsinler ki. O, aklen algılanan her şeyden ayrıdır, zihinlerde tasavvur edilen her şeyden farklıdır. Ancak aklen algılanamayan ve sınır biçilemeyen bir şey olarak tasavvur edilebilir.”
2. Ebu Cafer Sani, İmam Muhammed Taki’ye “Allah şeydir demek, caiz midir?” diye sordum.
Dedi ki: “Evet, ama O’nu iki sınırlandırmanın dışında tutmak koşuluyla. Biri ilâhlığını geçersiz kılacak sınır, diğeri de başka varlıklara benzeme sınırı.”
3) Ebu’l-Meğra merfu olarak İmam Muhammed Bakır’dan şöyle rivayet eder:
“Allah, yarattıklarından ayrı ve yarattıkları O’ndan ayrıdırlar. Allah dışında şey diye adlandırılan her varlık, Allah tarafından yaratılmıştır.”
4) Zurare b. A’yen, İmam Sadık’ın şöyle dediğini duydum: “Allah, yarattıklarından ayrı ve yarattıkları da Ondan ayrıdır. Allah dışında şey diye nitelendirilen her varlık, her şey, yaratıcı Allah tarafından yaratılmıştır.” “Benzeri gibi hiçbir şey bulunmayan Allah münezzehtir. O, işitendir, bilendir.” (Şura, 11).
5) Hayseme, İmam Muhammed Bakır’dan şöyle rivayet eder:
“Allah, yarattıklarından ayrı ve yarattıkları da O’ndan ayrıdır. Allah dışında şey diye nitelendirilen her varlık, her şeyin yaratıcı Allah tarafından yaratılmıştır.”
6) Hişam b. Hakem, İmam Cafer Sadık’tan şöyle rivayet eder, kendisine, “Allah nedir?” diye soran zındığa İmam şu cevabı verdi:
“Her şeyden farklı bir şeydir. Sen benim bu sözümü, anlamın ispatı şeklinde algıla. O, şeyliğin gerçek anlamıyla bir şeydir; ancak cisim ve suret değildir. Gözle görülmez, elle tutulmaz, beş duyu organıyla algılanmaz. Zihinler O’nu kavrayamaz, zamanın geçmesiyle yıpranıp eksilmez, akıp giden zamanlar O’nu değiştirmez.”
Soruyu soran adam dedi ki: “Ama siz, Allah’ın işiten ve gören olduğunu söylüyorsunuz?”
Buyurdu ki: “Evet O, işitendir, görendir. Bir organ olmaksızın işitir, bir alete başvurmadan görür. Daha doğrusu kendisiyle işitir, kendisiyle görür. O, işitendir, kendisiyle işitir ve O, görendir, kendisiyle görür dediğim zaman bu, O, bir şeydir, kendisi de ayrı bir şeydir anlamına gelmez. Bilâkis, sorulan kişi ben olduğum için kendimle ilgili bir tabir kullanmak istedim ve soran da sen olduğuna göre senin anlayacağın bir dil kullandım. Ve diyorum ki: Gerçekte O, bütün zatıyla işitendir; ama bu, Onun parçası olan bir bütün olduğu anlamına gelmez. Sadece içimdeki anlamı kendimle ilintili ifadelerle sana anlatmak istedim.”
Söylediklerimin varmak istediği nokta şudur: “O, işitendir, görendir, zat ve anlam ayrılığı söz konusu olmaksızın bilendir, her şeyden haberdardır.”
Soru soran dedi ki: “Peki, O nedir?”
İmam Sadık dedi ki: “O, Rabdir. O, mabuttur. O, Allah’tır. Allah derken maksadım: “Elif, lam ve ha” harflerini, aynı şekilde “ra ve ba” harflerini ispatlamak değildir. Bilâkis, sen bu harflerin ötesindeki anlamı tasavvur et. Eşyanın yaratıcısı ve meydana getiricisi “şey,” anlamını, söz konusu harflerin niteliğini düşün. İşte bu, Allah, Rahman, Rahim, Aziz ve benzeri isimlerle isimlendirilen anlamdır. Mâbud O’dur.”
Soru soran adam dedi ki: “Biz ancak yaratılan şeyleri tasavvur edebiliyoruz.”
İmam Sadık dedi ki: “Eğer öyle olsaydı Allah’ı birleme yükümlülüğü üzerimizden kalkardı. Çünkü biz ancak tasavvur ettiklerimizin dışındaki şeylerle yükümlü değiliz.” Aksine biz diyoruz ki:
“Duyularla tasavvur edilen, onlar aracılığıyla algılanan, duyular tarafından sınırlandırılmış ve onlarda somutlaşmış her şey yaratılmıştır. Çünkü yaratıcının varlığının olumsuzlanması iptal ve yokluk demektir.”
“Yaratıcının tenzih edilmesi gereken ikinci husus ise benzerliktir; çünkü benzerlik bileşim ve terkip ürünü olduğu açık olan yaratılmış varlıkların niteliğidir. Şu halde meydana getirilmişlerin var oluşlarını var eden birinin varlığım kanıtlamak kaçınılmazdır. Meydana getirilmiş varlıkların var edilmişlikleri, onlar açısından zorunlu bir niteliktir. Onların var edicileri de onlardan ayrıdır ve onlar gibi değildir; çünkü onlar gibi olan, açık bir şekilde bileşim ve terkip ürünü olmak bakımından onlara benzer. Onlar gibi yokluktan varlığa geçmiş, küçüklükten büyüklüğe, siyahlıktan beyazlığa ve güçlülükten zayıflığa doğru bir süreç izlemiştir. Bunun dışında burada ayrıca açıklama ve varlıklarını kanıtlama gereğini duymadığımız daha başka özellikleri saymak mümkündür.“
Soru soran adam dedi ki: “Sen yaratıcının varlığını kanıtlarken O’nu sınırlandırmış oldun!”
İmam Sadık buyurdu ki: “Onu sınırlandırmadım bilâkis Onu ispat ettim. Çünkü “olumlama/ispat” ve “olumsuzlama/nefiy” arasında bir menzil bulunmamaktadır.”
Soruyu soran adam dedi ki: “Peki, Allah’ın benliği ve mahiyeti var mıdır?”
Buyurdu ki: “Evet, bir şey benliksiz ve mahiyetsiz kanıtlanamaz ki.”
Soruyu soran dedi: “Şu halde keyfiyeti de mi vardır?”
Buyurdu ki: “Hayır! Çünkü keyfiyet nitelik ve kuşatıcılık yönüdür. Ancak varlığını inkâr ve eşyaya benzerlik yönünün dışına çıkması kaçınılmazdır. Çünkü O’nu olumsuzlayan, O’nu inkâr etmiş, Rabliğini reddetmiş ve iptal etmiş olur. O’nu başkasına benzeten de O’nu Rablik niteliğini hak etmeyen, yaratılmışlara, var edilmişlere özgü niteliklerle olumlamış olur. Fakat Allah’ı, başkasının hak etmediği, Ona ortak olmadığı, kuşatamadığı ve O’ndan başkasının da bilemediği bir keyfiyetle olumlamak kaçınılmazdır.”
Soru soran dedi: “Varlıkların zahmetini bizzat kendisi mi taşır?”
İmam Sadık buyurdu ki: “O, doğrudan ve direkt varlıkların ağırlığını taşımaktan yücedir. Bu, yaratılmışlara özgü bir niteliktir. Yaratılmış varlıkların eşyayla teması; ancak yüklenmek, ağırlığını bizzat hissetmek şeklindedir. Allah ise aşkın güce sahiptir. İradesi ve dilemesi her zaman yürürlükte ve geçerlidir. Dilediğini yapar.”
7) Muhammed b. İsa, şöyle rivayet etmiştir:
İmam Muhammed Bakır’a, “Allah “şeydir” demek caiz olur mu? diye soruldu.
Buyurdu ki: “Evet O olumsuzlama ve benzetme sınırlarının dışında bir şeydir.”
8) Fadl b. es-Seken, İmam Cafer Sadık’tan şöyle rivayet eder, Emir’ül Mü’minin Ali b. Ebu Tâlib buyurdu ki:
“Allah’ı Allah ile Resulü risalet ile “Ulu’l emri” marufu emretmesi, âdil olması ve iyilikte bulunması ile tanıyın, bilin.”
9) Ali b. Ukbe b. Kays b. Sim’an b. Ebu Rubeyha Resûlullah’ın azatlı kölesi şöyle rivayet etmiştir:
Emir’ul Müminin İmam Ali’ye soruldu: “Rabbini ne ile tanıdın?”
Buyurdu ki: “Kendini bana tanıttığı ile…”
Denildi ki: “Kendini sana nasıl tanıttı?”
Dedi ki: “Hiçbir şey Ona benzemez, duyularla algılanmaz, insanlarla mukayese edilmez. Uzaklığında yakın, yakınlığında uzaktır. Her şeyin üstündedir. Bir şey O’nun üstündedir denemez. Her şeyin önündedir; ama Onun önü vardır denemez. Varlıkların içindedir; ama bir şeyin bir şeye girmesi gibi değil. Varlıkların dışındadır; ama bir şeyin bir şeyden çıkması gibi değil. Bu niteliklere sahip olan Allah’ı tenzih ederim. Ondan başkası da bu niteliklere sahip değildir. O, her şeyin başlangıcıdır.”
10) Feth b. Yezid, İmam Ali Rıza‘dan şöyle rivayet eder:
İmam’a marifetin en aşağı derecesini sordum.
Buyurdu ki: “Allah’tan başka ilâh olmadığına, benzerinin ve denginin bulunmadığına, O’nun “kadîm / öncesiz,” sabit ve var olduğuna, yitik olmadığına, O’na benzeyen hiçbir şeyin bulunmadığına inanmaktır.”
11) İbrahim b. Ömer şöyle rivayet eder:
İmam Cafer Sadık’ın şöyle dediğini duydum: “Allah’ın bütün işleri şaşırtıcıdır; ancak (veya haberiniz olsun ki) O, kendisini size tanıttığı oranda sizi sorumlu tutmuştur.”
12) İbn Riab ve ayrıca bir çok kişi İmam Cafer Sadık’tan şöyle rivayet etmiştir:
“Kim zihninde tasavvur ederek, kesin bir bilgiye dayanmaksızın, salt vehimle Allah’a ibadet ederse küfre düşmüş olur. Kim anlamı bir yana bırakarak isme ibadet ederse küfre düşmüş olur. Kim isme ve anlama ibadet ederse şirk koşmuş olur.”
“Ad konulan anlama O’nun kendisini vasfettiği nitelikleriyle ibadet eden, kalbini bu inançla dolduran, gizli ve açık olarak bu inancı dile getiren bir kimse Emir’ül Mü’minin Ali b. Ebu Tâlib’in gerçek arkadaşlarından biridir.”
Bir başka rivayette, “Gerçek mü’mindir.” şeklinde bir ifadeye yer veriliyor.
13) Hişam b. Hakem, İmam Cafer Sadık’a Allah’ın isimleri ve bu isimlerin türevleri hakkında bir soru sorduğunu, “Allah sözcüğü, nereden türemiştir?” dediğini ve İmam’ın da şöyle cevap verdiğini rivayet etmiştir:
“Ey Hişam! Allah sözcüğü “ilâh” sözcüğünden türemiştir. İlâh ise ibadet edilen birinin varlığını gerekli kılar. İsim, isimlendirilenden ayrıdır. Kim anlamı bir kenara bırakarak isme ibadet ederse küfre gitmiş ve hiçbir şeye ibadet etmemiş olur. Kim isme ve anlama ibadet ederse küfre girmiştir ve iki ilâha ibadet etmiştir. Kim de isme değil anlama ibadet ederse işte tevhid budur. Şimdi anladın mı ey Hişam?”
Dedim ki: Bana daha fazla anlat.
Dedi ki: “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Eğer isim, isimlendirilen olsaydı o zaman her bir isim bir ilâh olurdu. Fakat Allah bir anlamdır ve bu anlama bu isimlerle işaret edilir ve O bunların tümünden ayrıdır. Ey Hişam, ekmek; yenilen maddenin ismidir. Su; içilen maddenin ismidir. Elbise; giyilen maddenin ismidir. Ateş; yakıcı maddenin ismidir. Şimdi kendini savunacak ve düşmanlarımızla ve Allah’tan başka ilâhlar edinenlerle tartışacak kadar meseleyi anladın mı ey Hişam?”
Dedim ki: “Evet.”
Buyurdu ki: “Allah bundan seni yararlandırsın ve senin ayaklarını sabit kılsın ey Hişam!” Hişam der ki: “Allah’a yemin ederim ki, o gün o dersten ayrıldığımdan beri hiç kimse tevhid konusunda bana üstünlük sağlamış değildir.”
14) Abdurrahman b. Ebu Necran şöyle rivayet eder:
İmam Muhammed Bakır’a yazdım veya sözlü olarak söyledim. “Allah beni sana feda etsin! Biz Rahman, Rahim, bir, tek ve Samed’e mi ibadet ediyoruz?”
Buyurdu ki: “Kim isimlerle adlandırılan müsemmadan ayrı olarak isme ibadet ederse şirk koşar, küfre sapar ve inkâr etmiş olur. Hiçbir şeye de ibadet etmiş sayılmaz. Bilâkis bir, tek ve samed olan ve bu isimlerle adlandırılan Allah’a ibadet et, isimlere değil; çünkü isimler Allah’ın kendisini vasfettiği sıfatlardır.”