Devriyeler
Devriyeler; Devir, sözlükte; dönme, kendi etrafında hareket etme manasına gelir. Tasavvufta ise “İnsanın gayp âleminden ayrılıp maddî âleme gelmesi; su, hava, ateş, toprak, bitki ve hayvan [ve insan] devrelerini geçirdikten sonra tekrar geldiği yere dönüp ‘fenâfillâh’ mertebesine erişerek Hak’la Hak olması hâdisesinin tâkip ettiği seyre verilen isim.”[1] manasındadır. Devir telakkisine sahip mutasavvıflar, mutlak varlıktan tecelli suretiyle ayrılan nesnelerin çeşitli safhalardan geçtikten sonra varlıkların en süflisi olan madde mertebesine kadar indiğini, sonra yükselerek bulunduğu noktaya geldiğini iddia ederler.[2] Devir esnasında yaşanan değişmelerin bir dairede seyrettiği düşünülmüştür. “İnişte katedilen yarım daireye ‘kavs-i nüzûl’ ve ‘mebde’, çıkışta katedilen diğer yarım daireye de ‘kavs-i urûc’, ‘kavs-ı suûd’, ‘rücû’ ve ‘meâd’ gibi isimler verilir.”[3]
Devriye, devir telakkisinin; çeşitli edebiyat sahalarında, çeşitli şiir şekilleriyle nazma dökülmesiyle meydana gelmiştir. Araplar arasında, bir devriye edebiyatı gelişmemiş, Fars Edebiyatı devriyenin gerçek manada doğduğu saha olmakla beraber bu sahada da ayrı bir şiir türü olarak görülmemiş ve özel bir isme sahip olmamıştır. [4] Türkler arasında ise, Ortodoks Sünnî bakış açısına sahip olan ve olmayan mutasavvıflar devriye kaleme almıştır. Ahmet Yesevî’ye atfedilen hikmetler arasında da devriye niteliği taşıyan şiirler yer almaktadır. Bunlara “Hâlikımnı izler min tün kün cihân içinde/Tört yanımdın yol indi kevn ü mekân içinde”[5] beytiyle başlayan hikmet örnek verilebilir.
Ahmet Yesevî ile başlayıp günümüze dek süren tekke şiiri geleneği içinde, birçok devriye kaleme alınmış olup bunların diğerlerinden farklılık arz eden bir kısmı da Alevî-Bektaşîler tarafından yazılmıştır. Devriyeler, devirin aşağı seyrini yahut yukarı seyrini anlatanlar olarak ikiye ayrılabilir. Mutlak varlıktan ayrılan ilahî nurun, toprağa inmesine kadarki kısmın anlatıldığı devriyelere; ferşiye yahut devriye-i ferşiye denir. Hâşim Baba’nın Devriyye-i Ferşiyye’si Türk edebiyatının bu konudaki en tanınmış eseridir. İlahî nurun, topraktan yükselerek zamanla insan-ı kâmile kadar seyretmesi ve fenafillah makamına ulaşan kâmil insanın takip ettiği seyri anlatan devriyelere; arşiye yahut devriye-i arşiye denir. Niyazî-i Mısrî’nin Devriyye-i Arşiyye’si bu türün, edebiyatımızda en meşhur örneğidir.
Alevî-Bektaşî Şiirinde devriyeler, aruzla ve klasik şekillerle de yazılmakla beraber genellikle hece vezni ile koşma, destan gibi biçimlerde yazılmışlardır. Bu sahanın en önemli ve meşhur devriyeleri; Hâşim Baba’nın Devriye-i Ferşiye’si, Harâbî’nin Vahdetnâme’si ve geleneksel açıdan Tevhid adıyla anılan birkaç muhtelif manzumedir. Hatâyî’nin, “Lâ-mekân elinden misâfir geldim” dizesiyle başlayan uzun devriyesi de bunların takdire şayan olanlarındandır.
Devriye, diğer tüm tekke şiiri türlerinde olduğu gibi Alevî-Bektaşîlikte, farklı bir hâl almış kendine has özellikleri olan bir türe dönüşmüştür. Klasik manadaki devriyeler bu sahada çok az olup devriye olarak değerlendirilecek birçok eserde; kuramsallaşmış devir telakkisinden yahut devir telakkisinde önemli yeri olan anasır-ı erbaa, feleğin katları gibi mefhumlardan değil; tevhid algısından, tarikatın içindeki seyirden, tarikat ulularından ve onların haleflerinden, insanlığın ve peygamberlerin tarihinden, On İki İmam’dan ve onların faziletinden bahsedilmiştir. Bu eserlerde, varlığı bir görme anlayışı sonucunda; şairler, kendilerini Allah’tan ayrı görmedikleri ve onun tecellisi olduklarına inandıkları için fiilllerin failini, birinci çokluk kişi ile –yoğurduk, yaptık gibi- anmışlardır. Gölpınarlı, bu türden şiirlerin aslen (klasik manada) devriye olmadığını fakat başka bir tür altına da alınamayacaklarını söyler.[6] Bu tür eserler de yine Yûnus Emre ile başlamıştır denebilir.
Bu eserler, sadece devir telakkisini işlemekle kalmayıp Alevî-Bektaşîliğin tevhid algısını da ortaya koyarlar. Aslen devriye olarak değerlendirilebilecek yahut devriye özellikleri taşıyan şiirlerin, Tevhid, Vahdetname gibi başıklar altında kaleme alınmış olması bu alakanın en sabit delilidir. Öyle ki bu eserlere bakıldığında, Alevî-Bektaşîlerin devir telakkisini, tevhidi ve vahdeti açıklamakta bir araç olarak gördükleri fark edilecektir. Bedri Noyan, devrin aşamalarını klasik anlayışa uygun olarak sıraladıktan sonra, “Ruh, elest bezminde var idi, zamanı gelince, yine yukarıda anlattığım gibi, [seyri] tamamlayarak Tanrı’ya kavuşur. İşte devir budur.”[7] diyerek Alevî-Bektaşîlerin devirden ne anladıklarını gayet vazıh biçimde ortaya koymuştur. Alevî-Bektaşîlerin yazdıkları, devriyelerin tenasühü anlattığı gibi genel bir yargı olmakla birlikte bu yanlıştır. Bedri Noyan bu durumu; “Bektâşî nefes ve düzyazılarında söylenen sözlerin görüntüsünden hareket edenler, tenâsuh fikrinin kabul edildiği sonucuna varmışlardır. Ama tenâsuhü anımsatan bu sözler, birlik (vahdet) düşüncesini açıklamak amacıyla, sülûk ve seyri icablarıdır.”[8] diyerek açıklamaktadır.
Devir telakkisi asırlardır çok yanlış anlaşılmış, tenasüh, hulül, ittihad gibi İslâmî olmayan görüşlerden ibaret sanılmıştır. Bu bakış açısı, devriyelere de kötü gözle bakılmasına sebep olmuştur. Devriyelerde, -Alevî-Bektaşîliğin inanç esaslarının layıkıyla bilinmeyişinden ötürü- anlaşılmayan unsurlar, hemen tenasüh ve teselsül şeklinde tevil edilmek istenmiştir. Alevî-Bektaşîlik özelinde, bu inancın ve bunları anlatırken başvurulan mazmunların itikadi yönlerini bilmeyen araştırmacılar, Alevî-Bektaşîleri; hulul, tenasüh, ittihad gibi anlayışlara sahip Galiyye fırkalarından saymışlardır.
Oysa Alevî-Bektaşî inancında ve edebiyatında; devir telakkisi hiçbir zaman, Sünnî mutasavvıflardaki kadar dahi önemli olmamıştır. Bu eserlerin sunduğu, kolay anlaşılmayan ve hatta sureta yanlış gibi görünen fikirler yukarıda da değindiğimiz gibi vahdet-i vücudun açıklanması için bir araç olmaktan öteye geçmemiştir. Devir telakkisi, aynı Hurufilik gibi sadece bir tasavvufî neşe olarak Alevî-Bektaşî şiirine konu edilmiş, felsefi bir oyundan ibaret sayılmıştır, bu sebeple devir telakkisinin itikadi boyutları eselerin kahir ekseriyetinde derince anlatılmamıştır. Bu bile bu tür inançların Alevî-Bektaşîlikte bırakın mühimi hiçbir yer işgal etmediğini gösterir. Zannımızca, Yedi Ulu Ozan’dan sayılan Fuzûlînin, Matlau’l-itikad’ında devir ve teselsülün muhal olduğunu açıklaması da ayrıca zikredilmelidir.
İy yârânlar iy kardaşlar sorun bana kandayıdum ‘Aşk denizine daluban deryâ-i ‘ummândayıdum Yire bünyâd urulmadan yir-gök melâik dolmadan Levh ü kalem çalınmadan mülk-i yaradandayıdum Ol kim beni bekleridi her kandasam saklarıdı ‘Aşk urganı ucındaki kandîldeki cândayıdum Kaygu eli irmezidi gussa gözi görmezidi Endîşe şârından taşra bir ulu mekândayıdum Bu işlerde olan kişi terk itsün cümle teşvîşi İçerüden içerüsü bir latîf nihândayıdum Benüm gibi bu cihâna yüz bin gelürse az ola Benüm gelişüm şimdidür üstâdda Kur’ân’dayıdum Dört kitâbı okumadan ayırup seçmek olmadan Ezberledüm sebâkumı bu ‘aşkı hânendeyidüm Pâdişâhdan destûr oldı bizi bunda mülke saldı İki cihân uçmak oldı uçmakda Rıdvân’dayıdum Yılduzıdum bunca zamân gökde melâik arzûmân Cabbâr-ı ‘âlem hükm ider ben ol zamân andayıdum Doksan bin Hak kelâmını söyleşicek Habîb’ile Otuz bini sırr olıcak ben ol sırr olandayıdum Ben bu sûretden ilerü adum Yûnus degül iken Ben olıdum ol ben idüm bu ‘aşkı sunandayıdum
Ne âteş ü bâd ü ne âb ü gil idüm cânâ Sen serv-i hevâ-bahşa ben mâyil idüm cânâ Dahi gili Ferhâdun olmamış idi tahmîr Ben râh-ı meşakkatde pâder-gil idüm cânâ Âlemde henüz adı yâd olmadan engûrun Hum-hâne-i vahdetde ben kanzil idüm cânâ Leylîye dahı Mecnûn olmamış idi meftûn Ben vâdi-i hayretde lâ’ya’kil idüm cânâ Aşk eyledi âvâre ben Hayretî’yi yoksa Her hıdmete cân ile müsta’cil idüm cânâ
Lâ-mekân ilinden misâfir geldim Şu fena mülküne bastım kademe Nerenin selâmın getürdün dersen Şu fenâ mülküne gelüb bu deme Şu fenâ mülküne gelüb giderken Sarvan olub bin bir katar yederken Yoğurub çamurum balçık ederken Şecerimle su taşıdım Âdem’e Âdem’den ön âdem çok geldi gitti Mülk sâhibi bu cihânı halk etti O yuğurdu yaptı hem o yarattı Yedi kez emeğim geçti bu deme Ben bu dam içinde ırmağ akıttım Celâlimden âdemoğlun kakıttım Muhkem tuttum kalb evimi berkittim Anın içün İblis girmez kubbeme Şu fenâ mülküne gelüb yetmeden Ekilüben can tohumu bitmeden Kaldırıb binâsın tamâm etmeden Arş altında yönüm döndüm kıbleme Ben kıblemi kıblem beni bilübdür Evliyâ enbiyâ andan olubdur Ben bilürem anam benden gelübdür Ol vakitte nikâh kıydım babama Ben hocamı kucağımda büyüttüm Kudret meyin emzik verüb avuttum Ders verüben ben hocamı okuttum Dört kitabdan ders verirdim hocama Ben obam içinde mekânda iken Muhammed’le bile mi’racda iken Mûsâ’yla doksan bin kelâmda iken Doksan bin ilimi koydum abama Ben obam içinde bâkî can idim Ali idim din idim imân idim Kendisi Hak idi ben zindân idim Şimdi gelmiş sultan olmuş obama Şükr olsun Hatâyî sırdır sözlerim Aşk âteşin derûnumda gizlerim Günden ayan aslâ görmez gözlerim Âhır kârdan bu yazıldı adıma
Dün gece seyrimde bâtın yüzünden Aslı imâm nesl-i Ali’yi gördüm Elif tac başında nikap yüzünde Hünkâr Hacı Bektaş Veli’yi gördüm Geçti seccadeye oturdu kendi Cemâli şem’inden çerâğlar yandı İşaret eyledi Kar’Abdal sundu Bize Hakk’tan gelen doluyu gördüm İçtim ol doluyu aklım yitirdim Menzil gösterdiler geçtim oturudum İndirdim kisvetim ikrar getirdim Kemend ile bağlı belimi gördüm Mürşid eteğidir tutmuştur destim Bu idi muradım erişti kastım Ben beni yitirdim sarhoşum mestim İsmini vird eden dilimi gördüm Kalender yoluna komuştur seri Şükür kurban kestim gördüm didarı Erenler serveri Horasan piri Hünkâr Hacı Bektaş Veli’yi gördüm
Dünya kurulmadan kırk bin yıl evvel Şu iki cihâna bir top nûr geldi Uruhlar kandile secde kılınca Ol vakite Bezm-i Eleste dendi Ol vakit alındı mü’minden ikrâr İkrâr bend olanlar oldular berdâr Minnur-i vahiti buyurdu Settâr Cümle nebîlerden uludur dedi Şânına nâzildir Levlâke levlâk Vemâ halaktülü buyurdu Eflâk Yüz ondört sûredir vechinde ilhâk Habîbim Muhammed Mustafâ dedi Yedullah okundu orada hemân Hutbede okunur On İki İmâm On Dört Mâsum-i Pâk hatmoldu temam Budur Hakk’ın gizli sırrıdır dedi Lahmike kavline ol vakit girdik Okundu hutbemiz ikrârbend olduk Yedi kerre o nûra secde kıldık Muhammed Ali'nin nûrudur dedi Budur tarîkatın hatm-i tamamı Hem zâhirin hem bâtının imâmı Huzur u mahşerde şefâatkâni Buyurdu arslanım Ali’dir dedi Seyyîd Süleyman’ım secde kılanlar İlm-i Câvidan’dan dersin alanlar Gerçek âşıklara Kevser sunanlar Hünkâr Hacı Bektaş Velî’dir dedi
Kurbanlar tığlanıp gülbâng çekildi Gaflet uykusundan uyana geldim Dört kapı sancağı anda dikildi Uryân buryân olup meydana geldim Evvel eşiğine koydum başımı İçeri aldılar döktüm yaşımı Erenler yolunda gör savaşımı Can baş feda edip kurbana geldim Ol demde uyandı bâtın çerâğı Rehberim boynumda bend etti bağı Üçer adım ile attım ayağı Koç kurban dediler inana geldim Dört kapı selamın verip aldılar Pirim huzuruna çekip yettiler El ele Hakka olsun dediler Henüz masum olup cihana geldim Pirim kulağıma eyledi telkin Şâh-ı Velâyet’e olmuşum yakın Mezhebim Ca‘ferü’s-Sâdıku’l-metin Allâh dost eyvallâh peymana geldim Özüm darda yüzüm yerde durmuşum Muhammed Ali’ye ikrar vermişim Sekahüm hamrini anda görmüşüm İçip kana kana mestane geldim Yolumuz on iki imâma çıkar Mürşidim Muhammed Ahmed-i Muhtar Rehberim Ali’dir sahip-Zülfikar Kulundur Şahiya divana geldim
Daha Allâh ile cihan yok iken Biz anı var edip ilan eyledik Hakka hiçbir layık mekân yok iken Hanemize aldık mihman eyledik Kendisinin ismi henüz yok idi İsmi şöyle dursun cismi yok idi Hiçbir kıyafeti resmi yok idi Şekil verip tıpkı insan eyledik Allâh ile burda birleştik Nokta-i âmâya girdik yerleştik Sırr-ı Küntü kenzi orda söyleştik İsmi şerifini Rahman eyledik Aşikâr olunca zat ü sıfatı Kûn dedik var ettik bu semavatı Birlikte yarattık hep kâinatı Nam ü nişanını cihan eyledik Yerleri gökleri yaptık yedi kat Altı günde tamam oldu kâinat Yarattık içinde bunca mahlûkat Erzakını verdik ihsan eyledik Asılsız fasılsız yaptık cenneti Huri gılmanlara verdik ziyneti Türlü vaatlerle her bir milleti Sevindirip şad ü handan eyledik Bir cehennem kazdık gâyetle derin Laf ateşi ile eyledik tezyin Kıldan gâyet ince kılıçtan keskin Üstüne bir köprü mizan eyledik Gerçi Kün emriyle var oldu cihan Arş-ı Kürsü gezdik durduk bir zaman Boş kalmasın diye bu kevnü mekân Âdemin halkını ferman eyledik İrfan olan bilir sırrı müphemi İzhar etmek için ism-i azamı Çamurdan yoğurduk yaptık âdemi Ruhumuzdan bir ruh revan eyledik Âdem ile Havvâ birlik idiler Ne güzel bir mekân bulduk dediler Cennetin içinde buğday yediler Sürdük bir tarafa puyan eyledik Âdem ile Havvâ’dan geldi çok insan Nebiler Veliler oldu nümayan Yüzbin kere doldu boşaldı cihan Nuh Naciyullâh’a tufan eyledik Salih’e bir deve eyledik ihsan Kayanın içinden çıktı nagehan Pek çokları buna etmedi iman Anları hak ile yeksan eyledik Bir zaman Eshab-ı Kefh’i uyuttuk Hazreti Musa’yı Tur’da okuttuk Şit’i çulha yaptık bezler dokuttuk İdris’e biçtirip kaftan eyledik Süleymân’ı Dehr’e sultan eyledik Eyyub’a acıdık derman eyledik Yakub’u ağlattık nalan eyledik Musa ü Şuayb’a çoban eyledik Yusuf’u kuyuya attırmış idik Mısır’da kul diye sattırmış idik Zeliha’yı ona çattırmış idik Zellesinden bendi zindan eyledik Davut peygambere çaldırdık udu Kazadan kurtardık Lût ile Hûd’u Bak ne hale koyduk nar-ı Nemrud’u İbrâhim’e bağ u bostan eyledik İsmail’e bedel cennetten kurban Gönderdik şad oldu Halilü’r-rahman Balığın karnını bir hayli zaman Yûnus peygambere mekân eyledik Bir mescide soktuk Meryen Ana’yı Pedersiz doğurttuk orda İsa’yı Bir ağaç içinde Zekeriya’yı Biçtirip kanına rızân eyledik Beyt-i Mukaddes’te Kudüs şehrinde Nehri Şeria’da Erden nehrinde Tathir etmek için günün birinde Yahya’yı, İsa’yı uryân eyledik Böyle cilvelerle vakit geçirdik Bu enbiya ile çok iş bitirdik Başka bir Nebi’y-yi zişan getirdik Anın her nutkunu Kur’an eyledik Küffar-ı Kureyşi ettik bahane Muhammed Mustafâ geldi cihane Halkı davet etmek için imane Murtazâ’yı ona ihvan eyledik Ana kıyas olmaz asla bir nebi Nebiler şahıdır Hakk’ın habibi Dünyânın ukbânın odur sebebi Biz anı Nebi’-i zî-şân eyledik Hak Muhammed-Ali ile birleştik Hep beraber Kâbe kavseyn’e gittik O makamda pek çok muhabbet ettik Leylerel esrayı seyran eyledik Bu sözleri sanma her insan anlar Kuşdilidir bunu Süleymân anlar Bu sırrı müphemi arifan anlar Çünkü cahillerden pinhan eyledik Hak ile hak idik biz ezeliden Ta ruz-i Elest’te Kalubeli’de Mekân-ı Hüdâ’da bezm-i celide Cemalini gördük iman eyledik Vahdet âlemini bilmeyen insan İnsan sûretinde kaldı bir hayvan Bizden ayrı değil Hazret-i Süphan Bunu Kur’an ile ayan eyledik Sözlerimiz bizim pek muhakkaktır Doğan ölen yapan bozan hep Hak’tır Her nereye baksan Hakk’ı mutlaktır Ahval-i vahdeti beyan eyledik Vahdet sarayına girenler için Hakkı hakkel-yakin görenler için Bu sırrı Harâbî bilenler için Birlik meydanında cevlan eyledik
Kâf u Nûn hitabı izhâr olmadan Biz bu kâinatın ibtidâsıyız Kimseler vâsıl-ı dîdâr olmadan Ol kabe kavseynin ev-ednâsıyız Yok iken Âdem’le Havvâ âlemde Hakk ile Hakk idik sırr-ı mübhemde Bir gececik mihbân kaldık Meryem’de Hazret-i İsa’nın öz babasıyız Bize peder dedi tıfl-ı Mesihâ Rabbi irni deyü çağırdı Musa Lenterânî diyen biz idik ana Biz Tur u Sinâ’nın tecellâsıyız Küntü kenz remzinin olduk âgâhı Ayne’l-yakîn gördük cemalu’llâhı Ey hâce bizdedir sırr-ı ilahi Hünkâr Hacı Bektaş fukarasıyız İbrâhim’e nârı gülzar eyledik Tecrî min tâhtîhe’l-enhâr eyledik Yok iken Harâbî biz var eyledik Bu kevn ü mekânın biz hüdâsıyız Zâhida şanımız İnnâ Fetehnâ Harâbî kemteri serseri sanma Bir kılı kırk yarar kâmiliz amma Pir Balım Sultan’ın budalasıyız
Verdim başı erenlere Ne hoş bir kurbân dediler Selâm verdim hem-demlere Gir işte meydân dediler Çıktım kırklar meydânına Girdim Ali erkânınna Daldım aşkın ummânına ‘Aşk olsun ey cân dediler Aradım hayli dem yâri Bulunca gizli esrârı Tecellî eyledi Bârî ‘Aşka bu burhân dediler Yerli yerinde durdular Niyâz edip oturdular Orda bir erkân kurdular Yok burda an şan dediler Haber sorduk biz güllerden Cevâb aldık bülbüllerden Gelişin hangi illerden Gel söyle ihvân dediler Bu yerde her meram hâsıl Olur kul Hâlik’e vâsıl Öz öze gelme gel katıl Ol sen de mihmân dediler Ben Fâhir’im fahr ederim Hep gülerim zevk ederim Ol mecliste erenlerim Cümlemiz yeksân dediler
[1] http://lugatim.com/s/DEV%C4%B0R%E2%80%93DEVR
[2] ULUDAĞ Süleyman, “Devir” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.:9, Türkiye Diyanet Vakfı Yayını, İstanbul 1994, s.:231.
[3] A.g.e.
[4] UZUN Mustafa İsmet, “Devriyye” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.:9, Türkiye Diyanet Vakfı Yayını, İstanbul 1994, s.:253.
[5] AHMET-İ YESEVÎ, Divan-ı Hikmetten Seçmeler (Hazırlayan: Kemal Eraslan), Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1991, s.:304.
[6] GÖLPINARLI Abdülbaki, Alevî-Bektaşî Nefesleri, İnkılap Kitabevi, İstanbul 2014, s.:72.
[7] NOYAN Bedri, Bütün Yönleriyle Bektaşîlik ve Alevilik (C.3), Ardıç Yayınları, Ankara 2000, s.:124.
[8] NOYAN Bedri, Bütün Yönleriyle Bektaşîlik ve Alevilik (C.2), Ardıç Yayınları, Ankara 1999, s.:253.