Tevhidler ve Münâcatlar
Tevhidler ve Münâcatlar. Tevhid sözlükte birlemek demektir. Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı’nda ise Allâh’ın varlığı ve birliğine dair yazılan manzum veya mensur eserlere tevhid denir. Münâcat, sözlükte fısıldama, kulağa söyleme anlamında iken terim anlamıyla; Allâh’a niyâzda bulunma, yalvarma, yakarma, konusu Allâh’a dua etmek olan şiir anlamına gelir.[1] Klasik İslâm Edebiyatı’nın telif geleneğine göre, bir yazar eserini yazmaya, hamdele ve salvele bölümleriyle başlar. Yazılan eser manzum ise hamdele ve salvele bölümlerinin yerini tevhid, münâcat, na’t gibi dinî içerikli şiirler alır.[2] Aslen sadece lâ-dinî alanda eser veren büyük şairlerin dahi gelenek uyarınca bu türden eserler kaleme alması neticesinde şâheser niteliğinde tevhid ve münâcatlar meydana konmuştur.
İslâm’dan sonra Arap Edebiyatı’nda ortaya çıkan münâcat türünün ilk örneklerinden biri İmâm Ali’ye ait olup İmâm Zeynel Abidin’in münâcatları (15 münâcat) da oldukça meşhurdur. Bu türler zamanla Fars Edebiyatı’na geçip daha sanatkârâne ve mutasavvıfâne özellikler kazanmış, oradan da Türk Edebiyatı’na geçmiştir. Türk Edebiyatı’nda bilinen ilk tevhid örneği Kutadgu Bilig’de (1070) olup bu manzumenin içinde yer yer münâcat özelliği gösteren kısımlar da vardır.[3] Zamanla birçok Türk şairi de sayısız münâcat ve tevhid kaleme almıştır. Lâ-dinî şiirle iştigal eden şairler de -yukarıda belirttiğimiz üzere- münâcat ve tevhid yazmışlardır fakat tekke muhitlerindeki şairler bunlara ayrı bir önem vermişler, bu türleri vahdet-i vücut düşüncesini açıklamak için de kullanmışlardır.
Tüm dinî edebiyat çevrelerinde olduğu gibi Alevî-Bektaşî Edebiyatı’nda da bolca tevhid ve münâcat yazılmıştır. Bu zümrenin edebiyatında, genellikle tevhid ismiyle anılmakla beraber münâcat özelliği de gösteren şiirler yazılmış olup bu şiirler cem ayini sırasında da icra edilirler. Bunlar vahdet-i vücudu savunan, kâinatın ve peygamberlerin tarihinden de haber veren şiirlerdir. Bunlarda Ehl-i Beyt’in hakkaniyetine, vasiliğine dikkat çekilir bazen de içinde imâmların ismi sayılır. Bunlar daha ziyade halk şiiri geleneğine yakın Alevî-Bektaşî şairler tarafından kaleme alınmıştır. Bunların en meşhur örneği Harabî’nin Vahdetnâme’sidir. El-hacc Ali Turâbî Dedebaba, El-hacc Mehmet Ali Hilmî Dedebaba gibi şairlerin, tevhid ve münâcatlarında bu özellikler görülmez. Bu gibi yönleriyle Alevî-Bektaşî şiirindeki birçok münâcat ve tevhid, klasik edebiyat çevrelerinde yazılmış olanlardan ayrılmaktadır. Bunun yanında şairler tarafından, Usul-i Din’den olan Tevhid-Nübüvvet-İmâmet’in önemini ortaya koymak için “Hakk, Muhammed, Ali” şiirlerde beraber anılmış, bundan ötürü hem tevhid hem münâcat hem na’t hem de İmâm Ali medhiyesi özellikleri gösteren yüzlerce şiir ortaya çıkmıştır.
Alevî-Bektaşî Şiiri’nde, bu şiir türlerinin en güzel ve lirik örnekleri Yûnus Emre tarafından kaleme alınmış olanlardır. Biz bu başlık altında daha çok klasik manada tevhid ve münâcat özelliği gösteren şiirleri topladık, bahsi geçen diğer eserlere de muhtelif konulara dair nefesler kısmında yer verdik.
Örnekler:
Ey ‘âşıkan ey ‘âşıkan ‘aşk mezheb ü dindir bana Gördü gözüm ol dost yüzün kamu yas düğündür bana Ayruk bize yas eyleme gönlümüzü pas eyleme Hakkdan gelen görklü âvâz andan gelen ündür bana Ayruk bana ben demeyem kimesneye sen demeyem Ne kul ne sultân demeyem işidenler kala tana Ben bu ‘aşktan ayrılmayam dergâhından sürülmeyem Bundan dahi gider isem senin ile varam sana Ol dost beni viribidi var dünyâyı bir gör dedi Geldim gördüm hoş arâyiş seni seven kalmaz ana Kullarına va‘d eyledin yarın gün görüneyim dedin Ol dostların sevindiği yarınım bu gündür bana Yûnus seni din edindi din nedir îman edindi ‘Âşıka bugün yar’nolur işim budur önden sona
Ey ki yoktan bu cihânı var eden Perverdigâr Yeri sâbit gökleri devvâr eden Perverdigâr Küntükenzen âyeti vâsfında olmuştur nüzûl Varlığına künfekân ikrâr eden Perverdigâr Cümle bu âlemde sen günden dahi zâhir iken Dilde dâim adını Settâr eden Perverdigâr Mü’mine mesken kılubdur bâğ-ı cennât-ı naim Münkire kâfir makamın nâr eden Perverdigâr Cümle eşyâlar gözün der-hâb ettin giceler Gökte kevkebler gözün bîdâr eden Perverdigâr İşte doğdu ay ü gün hem gölge saldı âleme Künfekânın sırrını izhâr eden Perverdigâr Mısr içinde Yûsuf’u bir kul iken sultân edüb Derd ile Ya‘kub’ınu bîdâr eden Perverdigâr Yûnus’u deryâ içinde yutturan bir balığa Âteşi İbrâhim’e gülzâr eden Perverdigâr Bir kulunu zâr edüb hışm ile fin-nârı’s-sekar Bir kulunu mahrem-i esrâr eden Perverdigâr Yağdıran deryâya gökten âb-ı nîsan yağmurun Katresinden lü’lü-i şehvâr eden Perverdigâr Enbiyâlar cem‘ine yazdırdı â‘lâ mertebe Mustafâ’yı cümleden muhtâr eden Perverdigâr On iki ma’sûm imâmı piş eden kerâmete Murtazâ’yı Haydar-i Kerrâr eden Perverdigâr Lûtf ile ahvâline kılgıl Hatâyî’nin nazar Aşk içinde vâlih-i dîdâr eden Perverdigâr
Bezm-i hestîde kurulmuş zıll-i hikmet perdesi Gösterir nakş-ı ezelden sun‘-i kudret perdesi Kıssadan ‘ârif olanlar hisse almakdır garaz Karagözdür oynayan ammâ bu ibret perdesi Bu hayâl-i enfüs ü âfâkı seyrân ettiren Sâni‘in te‘sîridir göz göre rü‘yet perdesi ‘Âlem-i eşbâha âmed-şûd eden her bir nüfûs Kendi fi‘lin zâhir eyler mazhariyyet perdesi Yek nazar kıl ‘âlem-i ma‘nâda zât u sûrete Keşf ola tâ kim sana bu sırr-ı vahdet perdesi Nûr-ı Hakk’dır gösteren her zıll-ı verâyı perdeden Kurmuş üstâd-ı ezel zâhirde sûret perdesi Bende ol Âl-i Abâ’ya sıdk ile Hilmî müdâm Açılır bâb-ı Ali’den Hakka vuslat perdesi
Bahr-i vahdet cûşa geldi titredi arz u semâ Mevc urup sâhilde ahcâr etti na‘ra-zen Hüdâ Cümle mahlûka kendi hâlince terahhum eyledi Çünkü kıldılar bugün ‘âşıkı mâşuktan cüdâ Hoş tuyûr feryâd edip imdâda geldiler bütün Fırka-i mûr cem‘ olup da eylediler ilticâ Cümle hûbân eşk-i çeşmin döktüler rahm eyleyip Hâsılı cümle cihân etti felekten iştikâ Dest-i cevrile felek çün kaddimi dâl eyledi Ol sebebden nâmıma söylendi Kadîmî gedâ Olmayın mâni‘ yoluma çün gönül ister sefer Yüz sürüp de Şâh Hüseyn’e etmek ister cân fedâ
İbtidâ dillerde Allâh ism-i Rahmân pek güzel Secdeye vardı Ehlullâh arş-ı subhân pek güzel Pek güzeldir Mustafâ ve pek güzeldir Murtazâ İstedin mi yeter câra Sâhib-Zâmân pek güzel İndirip Ol rahmetinden Kur‘an-ı ‘azîmü’ş-şân Dâhi göndermiş nebîler ve imâmân pek güzel Yedi âyette açıldı Kitâb bâ-i besmele Noktasından koptu ‘ulûm Seb’u’l-Mesân pek güzel Vasl-ı Bâri için dîdâr va’d-i visâl eylemiş Mâ a’zame şâni oldu böyle ‘ayân pek güzel Berkitip koymuş da dağlar kakıtmış ırmakları Şu‘le koymuş Leyl-i Kadr’i mâh-ı tâbân pek güzel Böyle görklü eylemiştir on sekiz bin ‘âlemi Gâhi seyrân gâhi hayrân gâhi şükrân pek güzel Gözgü olmuş Âdem ondan bin letâif gösterir Kırma gözgün bozma hulkin böyle insân pek güzel Kalbi virân eyleyince yurt olur uçmak sana Hârâbende yak çerâğın işbu erkân pek güzel Pek güzel yâ Rabbi ernî pek güzel şân-ı lebbeyk Sevdiğim Mûsâ kelâmı kalbde cânân pek güzel Gör ki Hû’dan söyleşirlerdi şeydâ bülbül gibi Ansızın Bektaş da duydu oldu şâdân pek güzel
Yâ Rabbi ‘ışkun vir bana Hû diyeyim yana yana ‘Âşık olayım ben sana Hû diyeyim yana yana Gönlümde ağyâr kalmasun Senden gayrı yâr kalmasun N’olduğum kimse bilmesün Hû diyeyim yana yana Koma hiç benliğüm bende Varlığum yok eyle sende Seni görüp her mekânda Hû diyeyim yana yana Mevlâm koma beni bana Al gönlümi senden yana Müştâk olayın ben sana Hû diyeyim yana yana Senden gayrısın al benden Ayırma ben kulun senden Sevdür bana seni cândan Hû diyeyim yana yana Seyyid Nizâmoğlu kuldur Gerek yaşat gerek öldür ‘Işkunla gönlümi doldur Hû diyeyim yana yana
Bak vech-i yâre yâ Hayy Gelmiş kemâle yâ Hayy Bâkî vü lâ-yezâldir Ermez zevâle yâ Hayy Kim secde eylemezse Böyle cemâle yâ Hayy Dünyâda âhiretde Ermez visâle yâ Hayy Dîdâr-ı Hakkdır işte Sıdk ile gel niyâz et Dîvâra secde etme Girme vebâle yâ Hayy Allâh kabûl eder mi Riyâ ile namâzı Bî-hûdedir kapılma Böyle hayâle yâ Hayy Vâsıl olur mu Hakka Ehl-i riyâ olanlar Ey sûfî hiç sığar mı Mızrak çuvâle yâ Hayy Ulvî Baba bu nutku Hakkın diliyle söyler Sâkî inâyet eyle Doldur peyâle yâ Hayy
[1] GÜZEL Abdurrahman & TORUN Ali, Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, Akçağ Yayınları, Ankara 2003, s.:332-333.
[2] MACİT Muhsin, “Münâcât” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.:31, Türkiye Diyanet Vakfı Yayını, İstanbul 2006, s.:563.
[3] A.g.e.:564-565.