Mah-ı Muharrem | Kerbela’dan Dersler – 8

Mah-ı Muharrem | Kerbela’dan Dersler – 8

 Çölde yankılanır hala o nara
 Heyhat minezzille dedi ağyara
 Çıkarın ağaçlar çarmıhlar çakın
 Hüseyn’im başımı mızrağa takın
 Kur’an buyurur ölü demeyiniz
 Diridirler lâkin bilmiyorsunuz
 Kendini İslâm’a eyledi kurban
 Hüseyn’in kanıyla akıyor zaman
 O kan ki boyadı tanı kızıla
 Mahşerde arşa Hüseyn yazıla
 Hükmeden gelince alır o kanı
 O gün kurulacak yiğit meydanı
 Bektaş çağırıyor Mehdî’yi her dem
 Her yer Kerbelâ’dır her an bir mâtem 

Ey yalnız bırakılmışların Şahı… Sensiz geçen günlerimiz susuz kalan çiçek gibidir. Hangi zamanda ve hangi mekânda olsak da fark etmez. Susuz kalan bir çiçek için sudan daha önemli hiçbir şey yoktur. Şimdi sensiz gözyaşlarımız su, ağıtlarımız çiçek olmuş. Gözyaşlarımızla ağıtları suluyoruz…

Bu dert yükü bize lütuftur. Seven sevgilisinin gam yükünü de yüklenir. İnsanı üzen dertler ne kadar büyük olursa olsun Hüseyin’in derdinin yanında hiçtir Hüseyin’in arz ile feza arası kadar dertleri varken.

Ey haddini aşan gönlüm, kendini dert taşıyan biri sanma! Hüseyin’in gönlünde tuttuğu dertleri dağlar taşıyamaz.

Düşün ki Hüseyin’in derdi ne kadar da büyüktür. Bir gün Peygamber-i Ekrem rengi soluk bir şekilde ashabının yanına geldi ve buyurdu ki:

“Ben geçmiş ve gelecek bütün insanların ilminin verildiği Muhammed’im. Aranızda olduğum müddetçe bana itaat edin, aranızdan göçtüğümde Allah’ın kitabına sarılın; helalini helal ve haramını haram bilin. Böyle yaparsanız ölüm sizleri güler yüzle ve rahatlıkla karşılar. Benden sonra fitneler karanlık gece parçaları gibi sizlere yüz çevirecektir. İlahi elçilerden bir kısmı gittiğinde, diğer bir kısmı onların yerini alıyordu, ama bilahare durum değişerek nübüvvetin yerini saltanat alacaktır. Allah’ın rahmeti, nübüvveti olduğu gibi alıp doğru ve sağlam bir şekilde yerine getirenin üzerine olsun…”

Muaz diyor ki: “Resul-i Ekrem onları birer birer saymaya başladı. Beşinciye yetiştiğinde buyurdu: “O da Yezid’dir. Allah ona uğur ve bereket vermesin.” Sonra gözleri yaşardı ve şöyle devam etti: “Hüseyin’in şehadet haberini verdiler ve onun şehit düşeceği topraktan bana getirip katilinin de kim olduğunu söylediler. Allah’a ant olsun ki, Hüseyin aralarında öldürüldüğü halde, öldürülmesini önlemeye çalışmayan insanların Allah, göğüsleri ve kalpleri arasına ihtilaf düşürür, kötüleri onlara musallat eder ve onları ayrılıklara uğratır.”

Sonra devamla şöyle buyurdu:

“Ah! Ne de üzücüdür Al-i Muhammed’in durumu! Ne kadar ağırdır başlarına getirilecek iş, azizlerine yetişecek musibet; benim evladımı (Hüseyin’i) ve onun evlatlarını öldürecekler.”

Yine Hz. Muhammed Mustafa buyurmuştur ki: “Allah-u Teâlâ cenneti, benim Ehlibeyt’ime zulüm ve ihanet edenlere, onlarla savaşanlara ve onlara sövenlere haram kılmıştır.”

Bu musibet ne kadar da büyüktür. Başa gelecek musibetlere sabretmek, ilahi hakikatleri yaymak için cefa çekmek…

Ümmü Seleme’den Bir Rivayet

Bir gün Hasan ile Hüseyin Ümmü Seleme’nin evinde Resulullah’la oynadıkları sırada, Cebrail gelerek eliyle Hüseyin’e işaret edip “Ey Muhammed, ümmetin bu çocuğunu öldürecektir” der. Ümmü Seleme diyor ki: Bu sırada Peygamber ağlamaya başladı ve Hüseyin’i bağrına basarak, bana hitaben şunu söyledi: “Bu toprak senin yanında emanet kalsın.” Daha sonra Peygamber toprağı koklayarak, “Bu toprak bela ve musibet kokuyor” dedi. Ümmü Seleme devamında şunları söylüyor: Resulullah bana “Ey Ümmü Seleme, bu toprak kan rengini aldığında bil ki Hüseyin, o toprak üzerinde şehit olmuştur.” diye buyurdu.

Rivayet edilir ki: “Ümmü Seleme o toprağı bir cam kâsenin içine koyarak onu her gün koklar ve şöyle derdi: “Ey toprak, senin kan rengini alacağın gün çok büyük bir gündür.”

Yine rivayet edilir ki, Ümmü Seleme şöyle demiştir: “Hz. Hüseyin’in şehadete erdiği gece şu sözleri söyleyen birisinden duydum:

 “Ey cahillikleri yüzünden Hüseyin’i öldürenler
 Zelil olmak ve azaba duçar olmakla müjdelenin.
 Sizler lanetlenmişsiniz Davud’un oğlu (Süleyman’ın),
 Musa’nın ve İncil sahibi İsa’nın diliyle.” 

Daha sonrasında Ümmü Seleme: “Bunları duyduğumda ağlamaya başladım ve cam kâsenin içindeki toprağın kan rengine dönüştüğünü gördüm” dedi.

Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sizi havz başına götürecek olan benim. Ey Ali! Sen saki olacaksın. Hasan yemek verecek, Hüseyin amir olacak. Zeynel Abidin başta olacak, Muhammed Bakır münadi, Caferi Sadık yol gösterici olacak. Musa-i Kazım Ehlibeyt’i sevenleri ve sevmeyenleri kaydedecek ve araya giren münafıkları ayıracak, Ali Rıza müminleri süsleyecek, Muhammed  Taki cennet ehlinin derecelerini tesbit edecek. Ali El Naki Muhammed taraftarlarının sözcüsü olacak ve onları evlendirecek, Hasan Askeri cennet ahalisinin kandili olacak, onunla aydınlanacaklar. Mehdi de sadece Allah’ın razı olup izin verdiklerinin konuşacağı kıyamet gününde onlara şefaatçi olacaktır.”

Rivayettir ki, Muharrem ayının sekizinci günü idi. Bugün İslam askerinde susuzluk belirtileri çoğaldı. O hayat pınarı olan Hz. Hüseyin’e giderek susuzluklarını söylediler. İmam Hüseyin bir yeri işaret ederek oranın kazılmasını istedi. Kazılan yerden bir zülâl çeşmesi fışkırdı. Bütün asker susuzluğunu giderdikten sonra su, yine ortadan kayboldu. Bu haber İbni Ziyad’a anlatıldı. O zalim tehdit ederek Sa’d oğlu Ömer’e şu buyruğu gönderdi:

  • Hüseyin’e çölde kuyular açmak iznini verdiğin duyuldu. Böyle yapman akıllı bir hareket değildir. Onu sıkıştırıp kendisine rahatlık vermemen gerekir.

Hemen o anda Muhammed Eş’as’ı dört bin askerle ve onun ardından Kays bin Ahmas’ı iki bin kişi ile ve onun ardından da Haccac bin Harez’i on bin dövüşçü ile gönderdi. Orada on altı bin kişi toplandı. Bunların gelişlerini  gören peygamber sahabesi Habib bin Mezahir:

  • Ey Resulullah’ın oğlu!  Beni Esed kabilesi bu yakınlardadır. Eğer iznin olursa varayım, onları hidayet yoluna çağırayım. Çünkü o taifede şehitlik mertebesine ulaşmak isteyenler çoktur. Ama buradaki savaştan haberleri yoktur! dedi.

Hz. Hüseyin ona müsaade verdi. O da Beni Esed kabilesine gitti. O kabile halkına:

  • Ey şehitlik mertebesinin saadetini özleyenler! Ey baki olan saadeti dileyenler! Bugün kahramanlık göstermek zamanıdır! dedi.

Rivayet edilir ki, Beni Esed halkından doksan yiğit, namlı kişi İbnil Beşer’i kendilerine başbuğ seçtiler. Baştan ayağa silahlanarak Habib bin Mezahir’le birlikte Hz. İmam’ın bulunduğu yere yol aldılar. Ömer bin Sa’d, bunun haberini almış ve Ezrak bin Şami’yi dört bin namert askerle yollarını kesmeye göndermişti. İki taraf Fırat kıyısında birbiriyle karşılaştı. Ama gelen mücahitler de geri dönmediler, savaşa tutuştular. O Müslümanların kimisi şehit oldu. Kimisi Kerbelâ’ya gitmeye imkân bulamadı. Kendi kabilelerinin yanına döndüler. Ve Habib bin Mezahir üzüntülü bir halde Hz. İmam’ın yanına gelebildi. Olup biteni ona anlattı.

İbni Ziyad da bunu haber aldı. Ömer’e kızdı. Onu azarlayıcı bir mektup yolladı:

  • İşittim ki Hüseyin’e mühlet vermişsin. O da kabilelere mektuplar gönderip asker toplamaya kalkmış. Mektubum sana erişince harbin başlangıcında onun işini sona erdirmeyecek olursan sana ve senin yanındakilerin hepsine fenalığım dokunur. Her ne kadar günün sonu gelmiş ve güneş batmak üzere ise de sabaha kadar sabır göstermeyip siyasetten kendini sakın…

Ömer, askerini tertipledi. Savaş için ilerledi. Bayraklar dalgalandırıldı. Savaş davulunun sesleri gökyüzünü doldurdu.

Sevgili cem erenleri, Hüseyin’e gözyaşı dökenler yine bu akşam Kerbelâ’ya Âşurâ gününe gidelim, bakın İmam Hüseyin’in 5 yaşında ki nazlı kızı Rugayye diğer adı Sakine neler anlatacak bize…

Babam, görkemli bir davete katılıyor, önemli bir misafirliğe gidiyormuşçasına özenle giyinip hazırlandı. Zırhının gevşek taraflarını sıkıca gerdi, kılıcını yeniden kuşanıp kemerini iyice sıktı. Yüzünün terini sarığının ucuyla temizleyip kuruladı. Aklaşmaya başlayan sakalını ihtimamla sıvazladı ve… Savaş meydanına gitmek üzere ilk adımını attı. Naralar atarak kendisini bekleyen düşman denizine doğru bir an önce dalkılıç saldırıp görülmemiş bir fırtına koparmak üzere dağları imrendiren bir heybet ve iradeyle, hızlı adımlarla atına doğru yürüdü.

Bu azimli ve kararlı gidişten hiç kimse, hiçbir güç caydıramazdı onu. Kaldı ki; onun gitmemesi halinde düşman ona doğru gelecek, çadırlara saldıracaktı. O halde en iyisi şeref ve azimle davranıp tam bir şecaat ve mertlikle düşmanın tâ kalbine dalmaktı.

Evet… evet… Onu bu kararlı ve azimli gidişinden alıkoymak mümkün değildi asla… Zira bizzat kendisi, çok daha önceden şehit olacağını bize söylemiş ve İslam’ın varlığını sürdürebilmesinin ancak onun şehadetiyle mümkün olacağını anlatmıştı.

Hiç kimse ona:

-Babacığım gitme!

-Amcacığım gitme!

-Ağabey, gitme! diyemezdi.

Çünkü o herkesin imamıydı ve imamın, her şeyi Allah’ın emrine göre yapacağını herkes biliyordu. Buna rağmen yine de herkes birazcık olsun daha fazla görmek, biraz daha dinlemek istiyordu onu…

O sırada yaşlı gözlerle onu izleyen Zeyneb halam… Hıçkırmamaya çalışarak:

  • Ağabey!…, acele etme e’mi?… diye haykırdı.

Babam yavaşça döndü. Gözyaşları arasında kendisini izleyen kederli, tedirgin, susuz ve perişan çocuklarla kadınlara bir kez daha şefkatle baktı. Küçücük yavruların içler parçalayan hıçkırıkları karşısında kim olsa mutlaka adımları gevşer, tereddüde kapılırdı.

Onun yerine kim olsa, bu sahneye dayanamaz, duraklayıverirdi. Ancak, babamın imanında, irade ve kararlı adımlarında zerrece sarsılma olmadı, bir lahza olsun tereddüde kapılmadı. Sevgi ve şefkat dolu bir hareketle hepimize el sallayıp aynı kararlı adımlarla atına doğru yürüdü!

Böylesine bir babayı birkaç dakika sonra kaybedecek ve artık hep yetim bir çocuk olarak kalacak olan benim içinse bu kadarı çok, ama çok zordu…

Dayanamadım… Gayri ihtiyari bir hareketle atılıp babama fark ettirmeksizin atın yanına koştum.

Babam dağları imrendirecek bir irade ve azimle atına bindi. Gitmek istedi…

Fakat at kımıldamadı bile…

Çünkü ben var gücümle ayaklarına sarılmıştım atın; içimden “Gitme ne olur”.. diye yalvarıyordum ona.

At gözlerini bana dikti; ağladığımı görünce benimle birlikte o da sessizce ağlamaya başladı.

Atın zamansız yere duraklaması ve yerinden kımıldamaması babamı pek şaşırtmıştı. Atın ayağına sımsıkı sarıldığımı gördüğünde ise şaşkınlığı bir kat daha arttı.

Atından inerek beni bağrına bastı, gözyaşlarımı silip:

  • Kızım!…  canım benim!… Bir tanem!…

Ben hıçkırığımı tutamayarak:

  • Baba! Müslim amca şehit olduğunda sen onun yetim kızını şefkatle bağrına basıp saçlarını okşadın… Sen şimdi gidersen… Ben yetim kalırsam… Bağrına basacak, saçlarımı okşayacak kimim var benim?

Babamın gözleri doldu…  Ağlayacak gibiydi. Kalbini üzmüştüm onun… Şefkatle gözlerimin içine bakarak:

  • Sakine’m… biricik kızım benim… Ağlama… Ben şehit olduktan sonra yeterince ağlayacaksın zaten… Fakat ben halâ hayattayken, ruhum bedenimdeyken ağlayıp da gözyaşlarınla yüreğimi dağlama e’mi? Evet yavrum… Ey dünyanın en tatlı ve en iyi Sakine’si… Bir tanem… Benim gidişimden, şehit oluşumdan sonra herkesten daha çok senin hakkın var ağlamaya…

Mümkün değildi, biliyorum… Fakat “Babacığım beni Medine’ye geri götür, dedem Resulullah’ın kabrinin yanına” dedim.

Babam mazlum bakışlarını düşmanlara dikerek:

  • Bunu yapabilmek mümkün değil bir tanem görüyorsun ya…, dedi.

Düşmanların vahşi naraları, kana susayan haykırışları giderek artıyordu. Babam savaş meydanına gitmek zorunda…

Babamın susuzluktan çatlak çatlak olmuş dudaklarının sıcaklığını halâ yanaklarımda hissediyordum ki, o sırada atını bir şimşek hızıyla doludizgin düşmana doğru sürdüğünü gördüm.

Savaş meydanından korkunç naralar, at kişnemeleri ve kılıç şakırtıları geliyor kulağıma.

Biz çadırlarımızın önünde durmuş, nefes almaksızın öylece beklemeye başladık. Bir ben değil, bütün çocuklar ve kadınlar yaprak gibi titriyorlardı, korkuyoruz hepimiz…

Eyvah! Eyvah! Kanlara bulanmış yelesiyle çadırlara doğru doludizgin yaklaşan bu binicisiz at babamın atı Zülcenah değil mi?!

Aman Allah’ım!

Babam?!!.. babam…..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir